Mila mutfağı, yemek pişirmeyi seviyor
ve gerçekten yetenekli bir aşçı. Baharat
lara, doğal bitki çaylarına ve sağlıklı bes
lenmeye meraklı.
Geçen yıl giderken, ona basit ama farklı
ne yapabilirim diye düşünmüştüm ve
bulgur götürüp kısır yapmıştım. Sonra
tavuklu pilav pişirmiştim. Bayılmıştı,
ayrıntılı olarak tariflerini yazmıştı. Başta
pul biber olmak üzere birçok baharat da
götürmüştüm. Arkadaşlarına kısır yapıp

E tabi herkese ufak hediyeler götürmek
istiyor ve bazı alınması gereken ihtiyaçları
vardı. Yani bugün çarşı pazar günümüz olacak.
Buraya gelmeden önce kaldığı otellerde çok harika ve çok çeşitli yeşillikler, "kokulu" sebzeler varmış, onlara da bakalım ;
Ülkesinde minik kaplarda Humus satılıyor ve o çok seviyormuş, nasıl yapıldığını biliyor muymuşum;

Baklavacıda görmüş, ince kadayıfın üzerinde yemyeşil bir şey varmış, o neymiş;
-001.jpg)
Yola koyulduk. Köprübaşında, niyetimizi anlamış gibi Nasreddin Hoca kazanlarıyla bize bıyık altından gülümsüyordu.
Hamamyolu girişinde her zaman mis gibi taze kavrulmuş - çekilmiş kahve kokar, Mila da bu baştan çıkarıcı kokuya kapıldı, doğru o tarafa yöneldi. Evde kahve var diyerek zor toparladım.
Giyim, ayakkabı, tekstil, züccaciye v.b. mağazalarla hiç işi yoktu. Büyük bir şarküteri mağazasına girdik. Envai çeşit peynir, zeytin, bal, sucuk, pastırma...
Sonra kuyumcular çarşısına gittik. Altından çok gümüşlerle ilgilendi, kızı için bileklik bakıyordu. Bu arada dikkatini çekmiş, "Herkes bana bakıyor, yabancı olduğum çok mu belli oluyor?" dedi. Türk standartlarına göre çok uzun boylu olduğu için baktıklarını söyledim. Yoksa ne giyiminde ne de tipinde göze batacak bir durumu yoktu.
Tarihi Taşbaşı çarşısında kuru yemişçiler ve aktarlar en favori mekanlarımız oldu, hiç birini es geçmedik. "Siyah, kuru, ipe dizilmiş" şeylerin patlıcan kurusu olduğunu öğrenince hayreti görülmeye değerdi. Peki nerede kullanılıyormuş... Biber dolması gibi deyince, sıcak suyla haşlanıp nasıl yumuşatılacağını, nasıl doldurulacağını anlattım. "Bunlardan kesin almam lazım." diye kararını vermişti bile.

Öğlen olup acıkınca Eskişehir'in meşhur çiğböreğini yemek üzere Papağan Çiğbörekçisinde yerimizi almıştık bile. Ayranla harika gidiyor. Hem lezzetli hem de hesaplı olduğu için her zaman fazlasıyla rağbet görüyor. "Hadi kalkın da biz oturalım." diye gözümüzün içine bakanları daha fazla bekletmeden kalktık ve 2 Eylül caddesine yöneldik.
Bu gezdiğimiz bütün yerler yani şehir merkezinin neredeyse tamamı araç trafiğine kapalı, tam bir yaya cenneti. Engelliler ve bebek arabalı annelerin rahatça dolaşabilmesi için de gerekli her türlü düzenleme yapılmış. Sadece gece, belli saatler arasında araçlar girebiliyor.


Yine koklaya koklaya çilek, kayısı ve üzümler seçildi.
Elimiz kolumuz doldukça yavaş yavaş eve yöneldik. Madem bugün yiyecek içecekten gidiyoruz ve Eskişehir' e özgü tatları tanıtıyoruz, Kara Kedi Bozacısına uğramamak olmazdı. Üç kuşaktır devam eden, tadı hiç değişmeyen, kaliteden ödün vermeyen bir Eskişehir klasiği. Mila hemen bir bardak içip, bildiği bozadan çok farklı olduğunu söyledi. Eve de bir kilo aldık.



Tekrar çıktık, bu sefer İsmet İnönü veya halk arasında dendiği gibi Doktorlar caddesinden ilerliyorduk.

Ama buraya geldikten sonra kafasındakinden çok farklı bir Türkiye gördüğünü söyledi. Birçok sosyal sorununu halletmiş, ekonomisi güçlü ve canlı, genç nüfusuyla dinamik, düzenli, temiz...Ve hemen ilave etti, " Ne işiniz var Avrupa Birliğinde, ihtiyacınız yok ki."

Gözlemlerine göre, giyim ve davranış bakımından birçok farklı tipte insanın bir arada, birbirini yadırgamadan ve kaynaşmış şekilde yaşadığını söyledi. ABD' de de çok farklı insanların yaşadığını ama her kesimin kendi yaşantı biçimi olduğu ve aralarında buradaki gibi bir birliktelik, kaynaşma olmadığını ilave etti.

Diğer bir gözlemi de, burada herkesin bir başkasıyla rahatlıkla diyaloğa girebildiği, (yanımda dolaştığı için böyle algılamış olabilir :)) yardıma hazır, sıcak ve güler yüzlü olduğu yönünde.
Tatlı yiyelim tatlı konuşalım sözü boşuna olmasa gerek :))
Bugünü de Espark AVM' de tamamladık.
Arkası yarın......
0 yorum: